31 Ocak 2012 Salı

Marsilya (Marseille) - Nice'ten - 8.Gün " Mon Ami Marseille !"



Sabah kalktığımızda Nice ile barışmıştık, bunda, akşamı Marsilya'da geçireceğimiz düşüncesinin de payı büyüktü. Kaldığımız yerlere çok yayılmamayı yavaş yavaş öğrendiğimizden,hemen toparlanıp, çantalarımızı lobide bıraktık ve Nice'in ara sokaklarına daldık.
Sahile varmadan, sürekli olarak kurulan renkli bir antika pazarını gezdik.Her yerden, orayı anlatan magnet,anahtarlık vs. aldığımdan,Nice'te de böyle şeyler aradım ama hiçbir şey bulamadım! Neyse,başka sefere artık diyip,çantalarımızı aldık, Nice-Ville istasyonunun karşısındaki uzak doğu yemekleri yapan bir yerde kendimizi sebzeye boğduk, yolculuk için de bir şeyler alıp,Fransızların İtalyanların aksine trende ya da sokakta yeme-içmeye pek sıcak bakmadığı gerçeğine rağmen, bu zevkimizden vazgeçemedik.
Yaklaşık 2 saat sonunda,gitmek isteyenlere Cannes yarım saat uzaklıkta, Marsilya'ya vardık.Saint Charles garından metro ile kalacağımız yer olan Hotel Sylvabelle'e gittik.Sonradan en çok eğlendiğimiz ve en sevdiğimiz yerlerden biri olacak olan bu hoteli, gidecek olanlara tavsiye etmeyi borç bilirim.Girişimizi yaparken,harita aldık ve şehir hakkında bilgi edindik.Bu bilgileri ertesi sabah kullandık, keza kalan günümüzü denizde tembellik yaparak geçirdik.Plaja gitmek için biraz çaba göstermemiz gerekti,çünkü önce doğru otobüse binip binmediğimizi anlayamadık,sonrasında otobüs yarı yolda arıza yaptığından ya da başka bir nedenden (ne dendiğini anlayamadık) dolayı yolcular indirildi,bu sefer yine hangi otobüse bineceğimizi sorup,nihayetinde plaja varabildik. Plaj oldukça sakindi, hatta bir ara uykuya daldık,sonrasında ise büyük bir eczane gördük ve hiçbir yerde bulamayacağımız fiyatlara, sırtımızda taşıma pahasına, kendimizi kozmetik cennetine bıraktık. Bircan, yolculuk boyunca sanırım en çok bu anlarda eğlendi !
Marsilya, çok katlı olmayan, eski ama iyi korunmuş binaları,yapıları ile sakin fakat aynı zamanda hareketli,huzurlu bir şehir.Burada tanıştığımız,ya da soru sorduğumuz Fransızlar da çok yardımsever çıktıkları için,ön yargılarımızı kırdılar. Akşam için, nasıl olur Fransızların şarabı dedik, ufak alış-verişimizi yaptık ve sevgili otelimize döndük.
Resepsiyonda, tüm akşam bizi çokça eğlendiren,uzun zamandır Marsilya'da yaşadığını söyleyen bir Fransız vardı; oldukça misafirperverdi kendileri.Akşam lobide internet için bekleyenlerle interneti unutup,sohbete daldık, Barcelona'dan gelen ve yanlışlıkla çok binimlik metro bileti alan arkadaş grubundan dayanışma örneği olarak biletlerini aldık, sonradan bu bilet Barcelona'da ilk günden ceza yemekten kurtulmamızı sağlayacak ve bu ufak hediyeden şimdi bile bahsetmeme neden olacaktı :) , çok yorgun olmamıza rağmen, İngilizcesi hiç yok denecek kadar az olan Japon bir kızla, resepsiyonistin kendi Japonca kelime bilgisini yarıştırmasını bırakıp uyumak istemedik, her milletten insanların genel davranışları ile bolca eğlenip, sonunda odamıza çekildik. (Bir ara Brezilyalılar ile hararetli bir futbol muhabbeti açıldığından,bize müsade dedik!)
Sabah nasıl uyandığımı ben bile hatırlamıyorum.

Nice - 7.Gün "Bizim Sahillerimiz Daha Güzel !"


Sabaha karşı, alacakaranlıkta tren Nice'e geldi, apar topar trenden indik ve Su Ji ile vedalaşarak (zamanı uydurabilseydik beraber Paris'e gidecektik ama olmadı) istasyona çok yakın olan otelimize vardık.Günlerden pazar, saat de çok erken olduğundan, giriş saatimiz öğleden sonra olmasına rağmen resepsiyonisti uyandırmaktan başka bir çaremiz yoktu,nitekim öyle de oldu.
Otelin sahibi huysuz Fransız kadın gelene kadar lobide "dinlenmeye" çalıştık.Kadın önce bizi nerden geldiğimize dair kısa bir sorguya çekti, o zamanlar soykırım inkar yasası yoktu, olsa kesin bu konu hakkındaki görüşlerimizi de alırdı,yolculuk boyunca en sinir olduğumuz insan unvanına sahip olmayı da başardı kendisi. (Merak edenler için otelin adı Saint Gothard idi,üstelik kaldığımız en pahalı yer de orasıydı.) Bir de Nice dünyanın en korkunç yeriymiş gibi,bize çantamızı nasıl taşımalıyız gibi uyarılarda bulundu, tabi içimden sen gel de İstanbul'da yaşa diyordum, sanki paramız çalınırsa ondan isteyecekmişiz gibi bir hal ve tutum içindeydi,resmen kadından nefret etmişim ama sonra bizim de ondan intikamımız acı oldu,merak etmeyin :)
Pazar günü, sabahın yedisinde, sokaklarda sadece biz ve dilenciler vardı.Bir iki saat sonra da spor yapmaktan bir deri bir kemik kalmış tipler, sahilde sabahlamış ve trene yetişmeye çalışan sırt çantalılar ve yine biz, Nice sokaklarında "güzellik" aramaya çalışıyorduk.
İlerleyen saatlerde,açık olan tek yer tabi olarak McCafe idi, ancak McCafe'nin de Nice'e özel menüleri olduğunu görüp sevindik, yarı uykulu bir şekilde turist bilgilendirme açılmıştır deyip, oraya gittik, haritalarımızı alıp,benim botanik bahçelerine olan merakımdan ve panaromik görüntüye sahip olmasından dolayı Cimiez Tepesi'ne gittik. Henri Matisse Müzesini dolaştık ve saat hala "check-in" saatimiz olmamıştı! Dönüşte yaklaşık 40 dakika otobüs bekledik, başka bir ulaşım yolu yoktu çünkü, sonunda otele varıp ne olursa olsun deyip zamanımızdan çalarak "biraz" uyuduk.
Yaz mevsiminin uzun olan günleri sayesinde, uyandığımızda hala denize gitmek için vaktimiz vardı.Ancak binlerce turistin akın ettiği bu şehrin sahilleri bizi pek cezbetmedi,milliyetçiliğimiz tuttuğundan değil, tıklım tıklım plajları, rengi pek iç açıcı olmayan denizi "aman ne varmış burda?" diye burun kıvırmamıza neden oldu.
Dönüşte, sabah bomboş olan Massena Meydanı pek bir hareketliydi, sokakta Jazz yapan müzisyenler mi dersiniz, ellerinde poşetlerle çılgınlar gibi alış-veriş yapan turistler mi! (Ziyadesiyle, biz de bu psikolojiden nasiplendik.)
Tüm gece sokaktaki sesten uyuyamayarak, karşımızdaki binanın balkonunda parti vardı, Fransa'daki ilk günümüzü de sonlandırdık.

KISA KISA: Nice, özellikle kalacak yer açısından oldukça pahalı bir yer; hosteller bile tek gece için pahalı.Ancak istasyon da gördüğüm kadarıyla sabahlamak için pek tekin değil, onun yerine sahile gitseniz bile daha iyi sanırım.Bir de adım başı size "bir şeyler" satmak isteyen "tip"lerle dolu.Fotoğraf da benim çektiklerimden değil,anlaşıldığı gibi:),internetten. Fransızlar sürekli "Mercileşmekten" işleri çok yavaş hallediyorlar,bir de istasyonda İngilizce konuşan görevli bulmak için göbeğimiz çatladı.Zaten aksanlarından,konuştukları zor anlaşılıyor.

27 Ocak 2012 Cuma

Venedik'ten-Milano-Ventimiglia - 6.Gün


Venedik'te uyandık ve bu sefer daha temkinli bir şekilde dolaşmaya çıktık.Dapdaracık sokaklarda yürürken,aniden köşelerden çıkan insanlar, yürümeyi daha da eğlenceli hale getiriyordu.Küçük marketler,motorlu taşıt olmadığından,dükkanlarına malları zahmetli bir şekilde getirirken,sıcak Venedik'te daha fazla hissediliyordu.Sonradan arayacağımız bu sıcağa,İtalya'dan ayrılmamızla birlikte veda ettik.
Venedikliler nasıl yaşar,ne yer ne içer deyip,semt pazarına gittik,bir kaç değişik şey deneyip,Milano'ya giden treni kaçırmamak için hosteli bu sefer hemen bulup,eşyalarımızı aldık ve geldiğimiz gibi istasyona geri döndük.Elimizdeki 12€'luk biletleri de 10€'ya satıp,karlı bir alışverişte bulunmayı da ihmal etmedik.
Milano Centrale'ye vardık ve Nice'e gitmeden önceki son durağımız olan sınır şehri Ventimiglia trenine binmeden evvel, vaktimiz olduğu için,istasyon yakınlarında dolaşarak biraz da Milano havası alıp,kendisi zaten bir sanat eseri sayılan tarihi istasyona son kez bakıp Ventimiglia trenine bindik.
Ventimiglia treninde ise,ben kendime istasyonda beklemek için bizim gibi "sırtçantalı" olan insanlara bakınıyordum.Tren geceyarısı 1.30 gibi Ventimiglia'ya varacağından ve Nice treni de sabaha karşı olduğundan,bizim bu küçük istasyonda bir süreliğine beklememiz gerekecekti.Önceden araştırdığım kadarıyla,istasyon oldukça küçüktü ancak her zaman orada bekleyen interrailcılar bulunuyordu.Yine de birkaç yol arkadaşı hiç fena olmaz deyip, rotalarını ciddi anlamda doğaçlama çizen iki Alman kıza Nice'e gitme önerisinde bulundum,onlar da kabul ederek,bana Çizi kraker ikram etti! Daha sonra trenden inip istasyonda beklemeye başladığımızda tek başına olan Koreli bir kız,usulca yanımıza geldi ve Bircan "hiç yerimi yadırgamam"der gibi sayıklarken,biz de Su Ji'nin Barcelona aşkından,yaptıklarımızdan ve yapmak istediklerimizden konuşup,zamanın gelmesini bekledik.İstasyon atmosferi tam olarak "anlatılmaz,yaşanır" cinsinden olduğundan oraya fazlaca girip,okuyanların kafasını karıştırmak istemiyorum:)
Nihayetinde Nice treni geldi,çok uykulu bir şekilde trene bindik ve yaklaşık 50 dakika sonra Su Ji'nin bizi uyandırmasıyla Nice'e ayak bastık.

Venedik (Venezia) - Floransa'dan - 5.Gün "Film Setinde Kayboluş"


Gözlerimizi yine Floransa'da açtık,erkenden kalkıp Uffizi'nin yolunu tuttuk; her ne kadar otelde 'çok sıra vardır,çok beklersiniz' deseler de yılmadık,azimle gittik.Uzun mu uzun bir kuyruk bizi karşıladı.Ben olanca iş güzarlığımla Accademia Müze'sinde sıra ne alemdedir diye merak ettim ve Bircan'ı orada sıraya sokup; avcumun içi gibi bellediğim Floransa sokaklarına kendimi attıp,Accademia'nın yolunu tuttum."O taraflar" da güzelmiş,müze bahane,sokakların güzelliğine doydum ve ordaki sıranın da uzunluğu beni seçim yapmaya zorladı ve Uffizi'yi seçtim.
Dönüş yolunda Neptün Çeşmesi'nin önünden geçerken Michelangelo'ya özürlerimi bildirip,Uffizi'ye vardım ve hala sıranın bitmediğini görünce, oradan da mı vazgeçsek diye düşünmedim değil. Neyse ki, "bir süre" daha bekleyip içeri "alındık". (Süreyi söyleyip sizleri korkutmayayım!) Leonardosu,Botticellisi derken "sanata doyduk" ,Venedik trenimizi kaçırmamak için eşyalarımızı almaya otele doğru yola çıktık.
SMN'den Venedik trenine binerken ayrı bir heyecan duyuyordum.Venedik'in hiç bir şehre benzememesi,yıllardır filmlerde görüp gitmeye özenilmesi ( son zamanlarda The Tourist,öncesinde ise Don't Look Now -gece sokaklarda yürürken aklıma getirip kendimi korkuttuğum film,dönünce izlemek daha mantıklı- ) isminin kitaplarda geçmesi, benim bu şehirle çoğu kimse gibi romantik bir bağ kurmama neden olmuştu.Sanki evren bu buluşmayı biraz daha geciktirmek istiyormuş gibi, tren 1 saat rötarlı gitti.
Nihayetinde Venezia Santa Lucia yazısı göründü ve kendimizi istasyondan dışarı attık, hep "film seti" gibi diye bahsettiğim şehir artık önümüzdeydi.Tüm yolculuk boyunca engelleyemediğim şapşal gülümsememe yine engel olamadım.Venedik,içinde yaşayan herkesin turist görünümlü olduğu (kime yol sorduysam turist çıktı) ve kimsenin harita kullanmadığı bir yer.Nitekim,biz henüz bunu bilemediğimizden,normalde kaldığımız hostellerden ya da turist info'lardan temin ettiğimiz haritaları orada para verip aldık ve sonradan yalnızca üzerine oturmak için kullandık.Venedik çok pahalı,eğer toplu taşıma olarak kullanılan vaporettolara binecekseniz bile 6€ vermelisiniz,tabi isterseniz :)
Çantalar ağır,hava sıcak,sokaklar çok karışık (sokaktan ziyade köprüler desek daha doğru) olunca biz de bot kullandık ve hostele yakın bir yerde indik.Ancak internete doğru düzgün tarif koyamayan sevgili hostel, bizi uğraştırdı,kime sorsak ya bilmiyor ya turist,sonunda bir evden çıkan birini gözüme kestirdim ve sevgili Flippo, hostel sahibinin arkadaşı çıktı ve bize hostele kadar eşlik etti.
Ünlü San Marco meydanına, oradan da okları takip ederek büyük Rialto Köprüsüne gittik.Aralarda birbirinden güzel büyüklü küçüklü köprülerden geçtik.Tüm gün dolaştıktan sonra küreselleşmenin gözünü sevelim diyip,karnımızı doyurduk.Akşam karanlığında yolumuzu bulmak zor olur düşüncesiyle,yola koyulduk ama bir yandan da "nolcak,buluruz kesin" diye kendimize olan güvenimiz tam olduğundan,yolumuzdan biraz saptık.O sapma bizi savurdu ve artık kaybolduğumuzu kabullenip, yolda gördüklerimize ya da açık olan dükkanlara yol tarifi talebinde bulunduk ama yerlisi bile haklı olarak düzgün bir tarif veremediğinden,son çare olmadı istasyona gideriz diye düşünürken, bir bardan çıkan orta yaşlı bir çifte usulca yaklaştım ve son kez sordum.Sanırım Venedik'in en iyi insanlarıyla karşılaşmış olacağız ki,yaklaşık 1 saat boyunca bizimle beraber hosteli aradılar,yolda arkadaşlarını gördüler onlara sordular,yaklaşık 5-6 kişi aralarında hostelin nerede olabileceğine dair tahminlerde bulundu.Yolda ilerlerken kendilerinin de bizim yaşlarımızda kızları olduğu, (tabi bizi 19-20 sandılar 23-25 deyince bayağa şaşırdılar:) ) Venedik'te kaybolmamak için hep aşağı ve sağa doğru yürümemiz gerektiği hakkında bilgiler aldık.Sonradan hatırladığımda iyi ki kaybolmuşuz dedirten bir gezinti oldu, çünkü karı-koca çok espirili insanlardı ve hala kadının adını sormadığım için üzülmüyorum değil(abarttım mı biraz?).Gece yarısına doğru hosteli bulduk ve ( kapı numaralarını takip ederek ) yolculuk boyunca "daha iyisine" rastlamadığımız bu güzel insanlara minnet dolu teşekkürlerimizi sunarak, onlardan ayrıldık (Yanımızda birilerine vermek için birkaç nazar boncuklu anahtarlık bulunduruyorduk,birini onlara verdik,bakarsın onlar da bizi unutmaz).
Hostele vardığımızda inanılmaz yorulmuş bir şekilde kendimizi yataklara attık,ertesi gün Fransa'ya geçeceğimiz için uzun bir yolculuk bizi bekliyordu.


24 Ocak 2012 Salı

Floransa (Firenze) ve Pisa - 4.Gün "Somewhere Over The Rainbow"


Roma Termini istasyonuna gidip,ilk tren yolculuğumuzu Floransa ile başlattık.Öncesinde ise, Roma'dan giderayak otobüste bilet kontrolüne rastladık; ancak duraklar ve arka kapılar neden var sanıyorsunuz? Sanırım kötü bir vatandaşlık örneği sergiledik, ama biletleri bu kadar pahalı yapanlar utansın,ne yapalım!
Roma-Floransa arası hatırladığım kadarıyla iki saat kadar sürdü.Yolculuk süresince beraber oturduğumuz, üçlü olarak interraile çıkmış "gençlerle" yaklaşık bir hafta sonra aynı Barcelona treninde karşılaşınca, konuşmadığımız halde birbirimizi tanıyıp, bu sefer neler yaptığımıza dair kısa bir sohbet içine girdik.Dünya küçük mü küçük!
Floransa'ya indiğimizde ilk işimiz istasyona çok yakın San Lorenzo pazarının yakınında olan otelimize gidip,eşyalarımızı bırakmak oldu.Floransa'yı gezmeden önce,yaklaşık bir saat uzaklıktaki Pisa şehrine uğrayıp "bir Pisa kulesine bakıp çıkacaktık" mantığıyla trene atladık ve hava kararmadan şehre varıp,ufak bir Pisa turu yaptık.
Pisa kulesini görüp, o malum pozu vermek için türlü şebeklikler yapıp,biraz çimlerde uzanıp, "evet ya,gerçekten yamukmuş -eğik değil,yamuk-" diyip, Floransa'ya tekrar trenle döndük.
Akşama doğru tabana kuvvet Floransa'daki ünlü meydanları ( Duomo,Signoria,Piazza Della Republica...) gezip, ünlü Ponte Vecchio köprüsüne doğru yol aldık.Floransa, her yeri eski kokan, turist kalabalığına boğulmuş sevimli bir şehir.Köprüye vardığımızda,yerel olduğunu düşündüğüm bir müzik grubu, kendi dillerinde şarkılarını çalıp söylüyorlardı.Gün batımını arkalarına almış, herkesin bu anı ölümsüzleştirmeye çalışmasına fon müziği yapan grup, "Somewhere Over The Rainbow"u söyleyerek benim de anımın ölümsüzleşmesine katkıda bulundu.Güneşi batırdıktan sonra,köprünün biraz ilerisindeki Pitti Sarayına gittik.Dönüşte İtalyanların meşhur "pasta"larından yemeden olmaz dedik,şirin bir restoranta oturduk.
Ertesi gün Floransa'dan ayrılacağımız için,ben illa Dante'nin evini görmek istedim,ve içine giremesek de, Dante'nin yaşadığı yeri görmüş oldum,rahatladım.Bu,nedensizce, her şeyi,her yeri görme isteğim, sonradan çok yorulmama yol açacaktı.
Küçücük Floransa'da da yolumuzu kaybetmeyi başarıp,bahaneyle bir sürü sokağa girip çıktık ve sonunda kaldığımız yeri bulduk.

KISA KISA: İnternet kafede klavyede @ işaretini yapabilmek için yaklaşık yirmi dakika uğraştım,sonunda görevli geldi ve tabi aldığım yarım saati uzatmam gerekti.Çok mu acemilik ettim acaba? Kahvaltıda kruvasan yemenin 4.gününde,bu ne kadar daha devam edecek diye düşünmeden kendimi alamadım.Bir de hiç eksik etmedikleri tereyağ tabi.Türk kahvaltısı gibisi yok.