22 Ağustos 2011 Pazartesi

Roma-2.Gün "Bize her yer meydan!"





Sabah erkenden kalkıp, hafif hafif yağan yağmur eşliğinde kaldığımız kamp bölgesinden ayrılıp şehre daha yakın olan otele doğru yola çıktık.İlk günden yağmur mu yağacak,işi gördük diye kendi kendime söylenirken,Paris'te,Barcelona'da,Amsterdam ve Berlin'de yağan yağmurların yanında bunun vız geleceğini bilmiyordum.Önce Roma Termini istasyonundan iki gün sonra gideceğimiz Floransa biletlerinin rezervasyonunu yaptıralım dedik,girdik Terminiye, kalabalık,her yerde uzun kuyruklar; hemen otomatik bilet alınan makinelere yöneldik ancak biletimizin tarihini yanlış aldık ve ilk günden artislik yapalım derken sıraya girmek zorunda kaldık.Ufak tefek maceralardan sonra biletlerimiz elimizde, otobüsün yolunu tuttuk.
Otobüse bindik binmesine de tam olarak nerede ineceğimizi bilmiyorduk.Öne doğru ilerleyip,daha ilk bindiğim otobüsün şoförünün kadın olmasına şaşırıp,gideceğimiz semtin adını sordum.Kadın işi gücü bırakıp bana durağın yerini İtalyanca olarak anlatmaya çalıştı ama ne çare! Etrafımdakilerden medet umup bakınırken,birden tüm otobüs seferber oldu ama tek kelime İngilizce konuşan yok.Otelde iyi ki merkeze yakınmış,yaklaşık 40 dak. gittikten sonra tam olarak istediğimiz yerde inip,kendimizle gurur duyduk! Hemen çantalarımızı bırakıp, şehir haritamızı alıp kendimizi sokağa attık.
Roma'nın meşhur köprülerini gezip, sonrasında meydanlarına daldık.
Renkli Piazza Navona meydanında zaman geçirdik ve İtalya'da kahve içilmeden geri dönülmez deyip,meydanın etrafındaki cafelere bakınıp dururken neşeli bir İtalyan, Türk olup olmadığımızı sordu ve sonra bize bekleyin deyip cafenin içinden bir fotoğrafla geri döndü,arkasında yazılı olanlara baktık,Bilecik'ten bir kız,sonradan cafenin sahibi olduğunu öğrendiğimiz bu İtalyana,geçirdikleri güzel günleri özlediğini anlatan bir yazı yazmış.Sonradan siz ne içecektiniz deyip,"special price" sözü verip,oturmamızı sağladı,tam meydana bakan güzel cafelerden birinde(Tartufo House),etraftakilerin garip bakışları arasında neşeli sohbetimize devam edip kahvelerimizi bitirdik ve gerçekten de indirimli olan hesabı ödedikten sonra,tekrar Roma'ya gelirsek uğrama sözü verip,oradan ayrıldık.
Roma'da en iyi korunmuş eserlerden biri olan Pantheon'a giderken,Tom Hanksli "Melekler ve Şeytanlar" filmi aklıma geldi.Tabi filmdeki gibi boş olsa iyiydi ama her yer gibi orası da turist kaynıyordu.Oradan çıkıp meşhur Aşk Çeşmesinin yolunu tuttuk,yine etrafında para atmak için fırsat kollayan çılgın kalabalıktan fırsat bulup biz de vazifemizi yerine getirip,dileğimizi diledik.Sonrasında İspanyol Merdivenlerine gidelim dedik,ancak haritada yerini bulamadık,birilerine sorarken de "Spanish Steps" demekte çok zorlandığım için (!),yol bizi nereye götürürse deyip,bu sayede bir sürü farklı yer görülebiliyor,yürümeye devam ettik,sonunda bulduk.
Akşam kaldığımız yere dönerken ufak-tefek maceralarımız oldu ama sadece şunu belirtmek isterim ki, özellikle bir yere ilk defa gidiyorsanız,orayı gündüz bulmakla,akşam bulmak arasında oldukça fark var,hele de çok merkezi yerlerde kalmıyorsanız.
KISA KISA: Gitmeden Roma'da otobüsler bedava gibisinden bir yazı okumuştum,nasıl olur derken,sonradan hemen her yerde göreceğim gibi,özellikle otobüs ve tramvaylarda biletleri okutma ya da alma cihazları taşıtların içinde oluyor,bu yüzden binerken kimse kontrol etmiyor ancak tabi biletsiz binmenin de cezası var ve eğer kontrollere rastlarsanız ki kontrolleri üniformalı insanlar yapıyor, onlar binince siz inebilirsiniz.Tabi çevik olmanız lazım:) Neden buna gerek var derseniz de ulaşım cidden pahalı ve zaten metrolara para veriyorsunuz,bir de otobüse ya da tramvaya 2-3€ vermek hoş olmuyor.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Roma-1.Gün "Geldik mi?"


Temmuzun 4'ü. Yaklaşık dört ay öncesinden, Pegasus'un bir kampanyasından hayli uygun fiyata aldığım biletlerle, Roma-Fiumicino havaalanına gitme telaşındayız.Sırt çantamı sürekli takıp çıkarıyorum,ağır mı oldu,ne çıkarsam ya da ne koysam,bir şey unuttum mu gibi klasik son dakika sorularını kendime sorduktan sonra, artık gitme vakti geldi diyip Sabiha Gökçen Havaalanı'nın yolunu tuttuk.Şimdi bazı interrailcıların savunduğunun aksine, ben yolculuğu uçakla başlatmanın daha mantıklı olduğunu düşünüyordum.Çünkü bu sayede hem tren biletimi ayın 7'sinde başlatabildim - bu da fazladan 3 gün demek oldu-hem de bu yıl zaten Yunanistan üzerinden yapılan tren seyahatleri sorunlu olduğu için (malum krizdeler vs.) bu yol en uygun olanıydı.
Havaalanına en erken gidenlerden olarak heyecanımızı gizlemeyemedik. Elimde sürekli sadece ilk gün için yer ayırttığımız kamp bölgesi ile ilgili rezervasyon çıktısı,Fiumicino havaalanından kaldırdıkları servislerin saatlerini kontrol edip duruyordum.İlk gün sırf servisleri var diye burdan yer ayırtmıştım(Country Club Castelfusano).Yaklaşık 2 saat sonra Romadaydık.Pasaport kontrolünde yüzüme bile bakılmadan damgam basıldı (fotoğrafım eski diye gitmeden önce pasaportumu yenilemiştim,gereksizmiş) ve sırt çantalarımızı aldıktan sonra kamp görevlilerinin bekleyeceği buluşma noktasına gittik.Yaklaşık yarım saat bekledik ama ne gelen var ne giden.Verdikleri saatte geçmek üzereydi ve ben iner inmez aksilikler başladı diye kendi kendimi yıldırma politikasına girdim! Baktık gelen yok,kendimiz gitmenin yolunu öğrendik ve dışarı çıktık.O sırada ablam turuncu tişörtlü kamp görevlilerinden birini gördü ve sevinçle kızın yanına gittik.Ben o sevinçle kıza söylenen yerde beklediğimizi,ama onların neden dışarıda beklediğini sorarken kız gülerek "Türk müsün?" dedi ve dakikasında tanıştığımız ilk insan kamp bölgesinde çalışan tek Türk kızı oldu.Birden kendimi yıldırma politikasından vazgeçip,her şeyin bir şekilde yoluna gireceğine dair içimde beslediğim Pollyanna insanına geri döndüm.Sohbet,muhabbet kamp bölgesine vardık.Check-in yaparken İtalyan aksanlı İngilizceyi çözmeye ve bastırarak söyledikleri "t"leri görmezden gelerek,konuştuklarını anlamaya çalıştım.Hava beklediğimiz gibi yapış yapış sıcak değildi.Eşyalarımızı bırakıp, gidelim bakalım şu "Colosseum"ya büyük müymüş (!) diyerek,trenimsi-metrolarına bindik (hem alttan hem üstten gidiyordu).Hemen görkemli Kolezyumun önüne çıktık ve evet Roma'ya gerçekten geldiğimizi idrak ettik.Akşam 7'ye geldiği için giriş yoktu, o yüzden Piazza Venezia meydanına doğru yürümeye başladık.Yol üzerinde İtalya kralının sarayını gördük ve ilk kazık sularımızı almak durumunda kaldık,çünkü kesinlikle market ya da benzeri bir yer yoktu.Varsa yoksa seyyar yiyecek-içecek arabaları.Sonradan zaten Roma'daki her çeşmeden su içilebildiğini öğrenip,biz de bu geleneği bozmayıp,ortama ayak uydurduk (ha evian ha çeşme suyu).Yürürken yine tanıştığımız ikinci insan da bir Türk oldu ve ilk günümüzde Roma bize çok misafirperver davrandı. İlk günden kendimize "kıyak" geçip Kolezyuma karşı bir restoranta oturduk ve sebzeli pizza yedik.Tadı güzel,porsiyonlar büyüktü.O günü sonradan çok özleyecektik.
Yaya geçidi kavramının mantığını ülkemde pek anlayamamış bir insan olarak,ilk günün şaşkınlığını ciddi anlamda her motorlu taşıtın yaya geçitlerinde durmasıyla yaşadım.O kadar hoşuma gitti ki; alabildiğine geniş,ışıksız yollardan sürekli karşıya geçmek istedim.
Akşam artık kamp bölgesine doğru yol aldık, oda arkadaşlarımız sessiz, sakin kızlardı.İlk günden kendimizi yorduğumuzdan,farklı bir yerde yattığımı yadırgamadan uyudum(Gerçi kamp bölgesinde sabaha kadar müzik sesi hiç kesilmedi).
KISA KISA:Piazza Venezia meydanı merkezi bir yer,pahalı,ara sokaklarda güzel cafeler var,Kolezyumun Termini İstasyonuna doğru olan yönündeki ara sokaklar sevimli veee marketler var.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

30 Gün 9 Ülke 16 Şehir ve "Sound Of Silence"


"And in the naked light I saw/ Ten thousand people, maybe more/ People talking without speaking/ People hearing without listening/ People writing songs that voices never share/ And no one dared / Disturb the sound of silence "

Güzel tesadüfler yaşayacağım,iyi insanlarla karşılaşacağım düşüncesiyle; büyük bir heyecanla,ağır bir çantayla,uzun bir rotayla çıktım yola.Nereden başlayacağımı,nereye gideceğimi,nereden döneceğimi hep planlamıştım.Ama,arada yanlış trene bineceğimi,Paris'te bir hostelde lise arkadaşıma rastlayacağımı,Basel'de yaşayan inanılmaz derecede sıcak Türklerle tanışıp onlarla zaman geçireceğimi,Türkiye'ye hayran kalmış;bizi "Büyük Kanyon"a yakın evlerine davet eden çiftle tanışacağımı,bir sürü güzel insanla,gezginle tanışıp ayrılırken üzüleceğimi,her gece farklı şehirde uyumaktan dolayı gece konuşmak gibi hiç yapmadığım huylar edineceğimi,Amsterdam'da yaşayan, babamın çook uzaktan tanıdığı insanların olduğunu ve onlarda da kalacağımızı bilemezdim.Roma-Floransa-Pisa-Venedik-Nice-Marsilya-Montpellier-Barcelona-Paris-Brugge-Amsterdam-Berlin-Prag-Viyana-Zürih-Basel diye hayali bir rota çizdim,hayalimi gerçekleştirdim.Endişelerimi,paranoyaklıklarımı,her gün kahvaltı etmeden evden çıkmama gibi alışkanlıklarımı,emekliler gibi her akşam yemeğinden sonra içmeden duramadığım Türk kahvemi (!) bir aylığına bıraktım;yanıma az sayıda kıyafet ve öncelikli ihtiyaçlarımı alıp yaklaşık 9 kiloluk sırt çantamla 4 Temmuz gününü iple çektim.
Sürekli seyahat edenler için belki küçük,benim içinse büyük bir adımdı bu yolculuk.Lise yıllarında kafamıza koymuştuk (çok sevdiğim arkadaşımla beraber,birlikte çıkamadık ama o da çıkacak), üniversitede kesin yapacağız demiştik ve o günden bu güne araya ÖSS engeli girdi,sonra üniversiteye alışma dönemi derken staj zamanı geldi ancak zamanın "gerçekten" çok hızlı geçtiğinin bir kez daha farkına varıp, Marsilya'daki otel lobisinde Brezilyalı gezginin de rotamı söylediğimde ki tepkisinde dediği gibi "şimdi ya da asla" diyip,yolculuğun 20 gününü ablamla,10 gününü de tek başıma geçirmeyi planlayıp yola çıktım.İçinde "gitme" düşüncesi olan herkese ilham vermek,elimden geldiğince sorusu olanlara yardım etmek ve kendimce yaşadıklarımı "kayda geçmek" adına kısa notlarımı aktaracağım buradan."Sound of Silence" şarkısıyla başladım, çünkü ne güzel tesadüftür ki radyoyu açtığımda, hostel odasına girdiğimde ranzamın altında yatan kızın bilgisayarında,başka bir hostelin barında çıkan gurubun repertuarında hep bu güzel Simon&Garfunkel şarkısı çalıyordu.Sanki özellikle "anlarımı" güzelleştirmek için evren bana yardım ediyordu ve özünde çok hüzünlü olan bu şarkı, bana garip bir mutluluk veriyordu.

Brugge,Belçika


NOT: Sadece varsa interraille ilgili soruları cevaplıyorum: http://www.formspring.me/interrail