22 Eylül 2011 Perşembe

Roma-3.Gün



Roma'da son gün erkenden kalkıp Vatikan'ın yolunu tuttuk.Vatikan nasıl ülke olur hala anlayabilmiş değilim ama,yine sanki tüm turistler oradaymış izlenimine kapıldım.Kıyafetlerimize dikkat edip gittiğimizden,sırada çok beklemeden gezdik,dolaştık.Oradan Vatikan Müzesine gittik,tüm müzeyi dolaşmak cidden yorucu ama sonunda Sistine Şapeli'ne vardık ve tavanındaki Michelangelo'nun ünlü resimlerini ve Adem'in Yaratılışını da görmüş olduk.
Vatikandı müzesiydi derken cidden çok yorulup yemek molası verdik.Oradan Colleseum'a gittik,yine sıra yine sıra.Girdik,gezdik,yine filmler diziler hatırlandı.Belirtmeden geçemiyeceğim, gitmeden önce çıkarttığımız uluslararası öğrenci kimliği çoğu yerde olduğu gibi burda da bize öğrenci indirimi hakkını sağlamadı.Nedeni de Avrupa Birliği ülkesi olmamamızmış! Öğrenci her yerde öğrenci değil mi diye çemkirdim ama tabi yapacak bir şey yok.
Roma'da son günümüz deyip, görmek istediğimiz yerleri de gördüğümüz için, haritayı bir kenara bırakıp gönlümüzce gezdik, hatta bazı yerlere tesadüfen ikinci defa gittiğimiz de oldu.Interrailin ilk günleri olduğundan fotoğraf olayını da biraz abarttık tabi,beşyüzü aşkın fotoğraf karesi var elimde,en son gittiğim yerde ise bu rakam elliye düşüyor.

KISA KISA: Özellikle Vatikan Müzesine gitmek isterseniz, öğleden önce gidince hiç sıra olmuyor, Colleseum'da da aynı şekilde öğleden sonra önceden bilet almamışsanız 40 dakikaya yakın bekliyorsunuz.Ayrıca Roma'daki tüm çeşmelerden su içilebiliyor,çoğu meydan da var zaten.Herkesin dediği gibi İtalyanlar çok yardımsever,çok rahat gezebiliyorsunuz.

22 Ağustos 2011 Pazartesi

Roma-2.Gün "Bize her yer meydan!"





Sabah erkenden kalkıp, hafif hafif yağan yağmur eşliğinde kaldığımız kamp bölgesinden ayrılıp şehre daha yakın olan otele doğru yola çıktık.İlk günden yağmur mu yağacak,işi gördük diye kendi kendime söylenirken,Paris'te,Barcelona'da,Amsterdam ve Berlin'de yağan yağmurların yanında bunun vız geleceğini bilmiyordum.Önce Roma Termini istasyonundan iki gün sonra gideceğimiz Floransa biletlerinin rezervasyonunu yaptıralım dedik,girdik Terminiye, kalabalık,her yerde uzun kuyruklar; hemen otomatik bilet alınan makinelere yöneldik ancak biletimizin tarihini yanlış aldık ve ilk günden artislik yapalım derken sıraya girmek zorunda kaldık.Ufak tefek maceralardan sonra biletlerimiz elimizde, otobüsün yolunu tuttuk.
Otobüse bindik binmesine de tam olarak nerede ineceğimizi bilmiyorduk.Öne doğru ilerleyip,daha ilk bindiğim otobüsün şoförünün kadın olmasına şaşırıp,gideceğimiz semtin adını sordum.Kadın işi gücü bırakıp bana durağın yerini İtalyanca olarak anlatmaya çalıştı ama ne çare! Etrafımdakilerden medet umup bakınırken,birden tüm otobüs seferber oldu ama tek kelime İngilizce konuşan yok.Otelde iyi ki merkeze yakınmış,yaklaşık 40 dak. gittikten sonra tam olarak istediğimiz yerde inip,kendimizle gurur duyduk! Hemen çantalarımızı bırakıp, şehir haritamızı alıp kendimizi sokağa attık.
Roma'nın meşhur köprülerini gezip, sonrasında meydanlarına daldık.
Renkli Piazza Navona meydanında zaman geçirdik ve İtalya'da kahve içilmeden geri dönülmez deyip,meydanın etrafındaki cafelere bakınıp dururken neşeli bir İtalyan, Türk olup olmadığımızı sordu ve sonra bize bekleyin deyip cafenin içinden bir fotoğrafla geri döndü,arkasında yazılı olanlara baktık,Bilecik'ten bir kız,sonradan cafenin sahibi olduğunu öğrendiğimiz bu İtalyana,geçirdikleri güzel günleri özlediğini anlatan bir yazı yazmış.Sonradan siz ne içecektiniz deyip,"special price" sözü verip,oturmamızı sağladı,tam meydana bakan güzel cafelerden birinde(Tartufo House),etraftakilerin garip bakışları arasında neşeli sohbetimize devam edip kahvelerimizi bitirdik ve gerçekten de indirimli olan hesabı ödedikten sonra,tekrar Roma'ya gelirsek uğrama sözü verip,oradan ayrıldık.
Roma'da en iyi korunmuş eserlerden biri olan Pantheon'a giderken,Tom Hanksli "Melekler ve Şeytanlar" filmi aklıma geldi.Tabi filmdeki gibi boş olsa iyiydi ama her yer gibi orası da turist kaynıyordu.Oradan çıkıp meşhur Aşk Çeşmesinin yolunu tuttuk,yine etrafında para atmak için fırsat kollayan çılgın kalabalıktan fırsat bulup biz de vazifemizi yerine getirip,dileğimizi diledik.Sonrasında İspanyol Merdivenlerine gidelim dedik,ancak haritada yerini bulamadık,birilerine sorarken de "Spanish Steps" demekte çok zorlandığım için (!),yol bizi nereye götürürse deyip,bu sayede bir sürü farklı yer görülebiliyor,yürümeye devam ettik,sonunda bulduk.
Akşam kaldığımız yere dönerken ufak-tefek maceralarımız oldu ama sadece şunu belirtmek isterim ki, özellikle bir yere ilk defa gidiyorsanız,orayı gündüz bulmakla,akşam bulmak arasında oldukça fark var,hele de çok merkezi yerlerde kalmıyorsanız.
KISA KISA: Gitmeden Roma'da otobüsler bedava gibisinden bir yazı okumuştum,nasıl olur derken,sonradan hemen her yerde göreceğim gibi,özellikle otobüs ve tramvaylarda biletleri okutma ya da alma cihazları taşıtların içinde oluyor,bu yüzden binerken kimse kontrol etmiyor ancak tabi biletsiz binmenin de cezası var ve eğer kontrollere rastlarsanız ki kontrolleri üniformalı insanlar yapıyor, onlar binince siz inebilirsiniz.Tabi çevik olmanız lazım:) Neden buna gerek var derseniz de ulaşım cidden pahalı ve zaten metrolara para veriyorsunuz,bir de otobüse ya da tramvaya 2-3€ vermek hoş olmuyor.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Roma-1.Gün "Geldik mi?"


Temmuzun 4'ü. Yaklaşık dört ay öncesinden, Pegasus'un bir kampanyasından hayli uygun fiyata aldığım biletlerle, Roma-Fiumicino havaalanına gitme telaşındayız.Sırt çantamı sürekli takıp çıkarıyorum,ağır mı oldu,ne çıkarsam ya da ne koysam,bir şey unuttum mu gibi klasik son dakika sorularını kendime sorduktan sonra, artık gitme vakti geldi diyip Sabiha Gökçen Havaalanı'nın yolunu tuttuk.Şimdi bazı interrailcıların savunduğunun aksine, ben yolculuğu uçakla başlatmanın daha mantıklı olduğunu düşünüyordum.Çünkü bu sayede hem tren biletimi ayın 7'sinde başlatabildim - bu da fazladan 3 gün demek oldu-hem de bu yıl zaten Yunanistan üzerinden yapılan tren seyahatleri sorunlu olduğu için (malum krizdeler vs.) bu yol en uygun olanıydı.
Havaalanına en erken gidenlerden olarak heyecanımızı gizlemeyemedik. Elimde sürekli sadece ilk gün için yer ayırttığımız kamp bölgesi ile ilgili rezervasyon çıktısı,Fiumicino havaalanından kaldırdıkları servislerin saatlerini kontrol edip duruyordum.İlk gün sırf servisleri var diye burdan yer ayırtmıştım(Country Club Castelfusano).Yaklaşık 2 saat sonra Romadaydık.Pasaport kontrolünde yüzüme bile bakılmadan damgam basıldı (fotoğrafım eski diye gitmeden önce pasaportumu yenilemiştim,gereksizmiş) ve sırt çantalarımızı aldıktan sonra kamp görevlilerinin bekleyeceği buluşma noktasına gittik.Yaklaşık yarım saat bekledik ama ne gelen var ne giden.Verdikleri saatte geçmek üzereydi ve ben iner inmez aksilikler başladı diye kendi kendimi yıldırma politikasına girdim! Baktık gelen yok,kendimiz gitmenin yolunu öğrendik ve dışarı çıktık.O sırada ablam turuncu tişörtlü kamp görevlilerinden birini gördü ve sevinçle kızın yanına gittik.Ben o sevinçle kıza söylenen yerde beklediğimizi,ama onların neden dışarıda beklediğini sorarken kız gülerek "Türk müsün?" dedi ve dakikasında tanıştığımız ilk insan kamp bölgesinde çalışan tek Türk kızı oldu.Birden kendimi yıldırma politikasından vazgeçip,her şeyin bir şekilde yoluna gireceğine dair içimde beslediğim Pollyanna insanına geri döndüm.Sohbet,muhabbet kamp bölgesine vardık.Check-in yaparken İtalyan aksanlı İngilizceyi çözmeye ve bastırarak söyledikleri "t"leri görmezden gelerek,konuştuklarını anlamaya çalıştım.Hava beklediğimiz gibi yapış yapış sıcak değildi.Eşyalarımızı bırakıp, gidelim bakalım şu "Colosseum"ya büyük müymüş (!) diyerek,trenimsi-metrolarına bindik (hem alttan hem üstten gidiyordu).Hemen görkemli Kolezyumun önüne çıktık ve evet Roma'ya gerçekten geldiğimizi idrak ettik.Akşam 7'ye geldiği için giriş yoktu, o yüzden Piazza Venezia meydanına doğru yürümeye başladık.Yol üzerinde İtalya kralının sarayını gördük ve ilk kazık sularımızı almak durumunda kaldık,çünkü kesinlikle market ya da benzeri bir yer yoktu.Varsa yoksa seyyar yiyecek-içecek arabaları.Sonradan zaten Roma'daki her çeşmeden su içilebildiğini öğrenip,biz de bu geleneği bozmayıp,ortama ayak uydurduk (ha evian ha çeşme suyu).Yürürken yine tanıştığımız ikinci insan da bir Türk oldu ve ilk günümüzde Roma bize çok misafirperver davrandı. İlk günden kendimize "kıyak" geçip Kolezyuma karşı bir restoranta oturduk ve sebzeli pizza yedik.Tadı güzel,porsiyonlar büyüktü.O günü sonradan çok özleyecektik.
Yaya geçidi kavramının mantığını ülkemde pek anlayamamış bir insan olarak,ilk günün şaşkınlığını ciddi anlamda her motorlu taşıtın yaya geçitlerinde durmasıyla yaşadım.O kadar hoşuma gitti ki; alabildiğine geniş,ışıksız yollardan sürekli karşıya geçmek istedim.
Akşam artık kamp bölgesine doğru yol aldık, oda arkadaşlarımız sessiz, sakin kızlardı.İlk günden kendimizi yorduğumuzdan,farklı bir yerde yattığımı yadırgamadan uyudum(Gerçi kamp bölgesinde sabaha kadar müzik sesi hiç kesilmedi).
KISA KISA:Piazza Venezia meydanı merkezi bir yer,pahalı,ara sokaklarda güzel cafeler var,Kolezyumun Termini İstasyonuna doğru olan yönündeki ara sokaklar sevimli veee marketler var.

8 Ağustos 2011 Pazartesi

30 Gün 9 Ülke 16 Şehir ve "Sound Of Silence"


"And in the naked light I saw/ Ten thousand people, maybe more/ People talking without speaking/ People hearing without listening/ People writing songs that voices never share/ And no one dared / Disturb the sound of silence "

Güzel tesadüfler yaşayacağım,iyi insanlarla karşılaşacağım düşüncesiyle; büyük bir heyecanla,ağır bir çantayla,uzun bir rotayla çıktım yola.Nereden başlayacağımı,nereye gideceğimi,nereden döneceğimi hep planlamıştım.Ama,arada yanlış trene bineceğimi,Paris'te bir hostelde lise arkadaşıma rastlayacağımı,Basel'de yaşayan inanılmaz derecede sıcak Türklerle tanışıp onlarla zaman geçireceğimi,Türkiye'ye hayran kalmış;bizi "Büyük Kanyon"a yakın evlerine davet eden çiftle tanışacağımı,bir sürü güzel insanla,gezginle tanışıp ayrılırken üzüleceğimi,her gece farklı şehirde uyumaktan dolayı gece konuşmak gibi hiç yapmadığım huylar edineceğimi,Amsterdam'da yaşayan, babamın çook uzaktan tanıdığı insanların olduğunu ve onlarda da kalacağımızı bilemezdim.Roma-Floransa-Pisa-Venedik-Nice-Marsilya-Montpellier-Barcelona-Paris-Brugge-Amsterdam-Berlin-Prag-Viyana-Zürih-Basel diye hayali bir rota çizdim,hayalimi gerçekleştirdim.Endişelerimi,paranoyaklıklarımı,her gün kahvaltı etmeden evden çıkmama gibi alışkanlıklarımı,emekliler gibi her akşam yemeğinden sonra içmeden duramadığım Türk kahvemi (!) bir aylığına bıraktım;yanıma az sayıda kıyafet ve öncelikli ihtiyaçlarımı alıp yaklaşık 9 kiloluk sırt çantamla 4 Temmuz gününü iple çektim.
Sürekli seyahat edenler için belki küçük,benim içinse büyük bir adımdı bu yolculuk.Lise yıllarında kafamıza koymuştuk (çok sevdiğim arkadaşımla beraber,birlikte çıkamadık ama o da çıkacak), üniversitede kesin yapacağız demiştik ve o günden bu güne araya ÖSS engeli girdi,sonra üniversiteye alışma dönemi derken staj zamanı geldi ancak zamanın "gerçekten" çok hızlı geçtiğinin bir kez daha farkına varıp, Marsilya'daki otel lobisinde Brezilyalı gezginin de rotamı söylediğimde ki tepkisinde dediği gibi "şimdi ya da asla" diyip,yolculuğun 20 gününü ablamla,10 gününü de tek başıma geçirmeyi planlayıp yola çıktım.İçinde "gitme" düşüncesi olan herkese ilham vermek,elimden geldiğince sorusu olanlara yardım etmek ve kendimce yaşadıklarımı "kayda geçmek" adına kısa notlarımı aktaracağım buradan."Sound of Silence" şarkısıyla başladım, çünkü ne güzel tesadüftür ki radyoyu açtığımda, hostel odasına girdiğimde ranzamın altında yatan kızın bilgisayarında,başka bir hostelin barında çıkan gurubun repertuarında hep bu güzel Simon&Garfunkel şarkısı çalıyordu.Sanki özellikle "anlarımı" güzelleştirmek için evren bana yardım ediyordu ve özünde çok hüzünlü olan bu şarkı, bana garip bir mutluluk veriyordu.

Brugge,Belçika


NOT: Sadece varsa interraille ilgili soruları cevaplıyorum: http://www.formspring.me/interrail



14 Mayıs 2011 Cumartesi

Bende(N)

"Up in the Air" filmindeydi sanırım. George Clooney, hafızası iyi olmayan insanlar fotoğraf çektirir demişti.Biraz hak verip,biraz da garipsemiştim.Öyle ya, en mutlu olduğumuzu düşündüğümüz günlerde hemen fotoğraf makinesine sarılırız.Ya da sonradan hatırlamakta güçlük çekeceğimizi bildiğimiz hallerimizin fotoğraflarını çekeriz; lise yılları,doğum günleri...Gerçek anları tekrar tekrar hafızada yaşatmak hem zor hem yorucu gelir; bir iki fotoğrafa bakarız,en mutlu günümmüş bilememişim,deriz. O anları geri getirip, sürekli kılmak isteriz,çünkü Kundera'nın da dediği gibi, mutluluk yinelenmeye duyulan özlemdir. Birini,birilerini sürekli yanında istersin,ya da bir anı sürekli yaşamak...Öteki türlüsü bir "an"dır sadece,bir fotoğraf...
Bugünlerde duygu çeşitliliği içinde kayboldum.Fotoğraflara daldım,düşündüm.Göz göze geldiklerimle konuşamamak, yanlış anlamalar ve anlaşılmalar, açıklanamayan nedenler,tesadüfler,yakın denenlerin aslında uzak olduğu klişesini kısır döngü halinde yaşamak,küçük şehirde büyük yalnızlık, ileriye dönük heyecanlar...Bazı şeyleri kafanızda yaşar ve bitirirsiniz ya, bittiğini,bitebildiğini görünce de başlamaya hevesiniz kalmaz.Öyle işte...Yağmurdur en doğrusunu yapan,düşeceği yerin hesabını yapmaz; toprağa,denize,okyanusa karışır,hesapsızdır.
Bu da hesapsız bir yazı benim için, bilenlerin şaşıracağı,bilmeyenlerin ne var bunda diyeceği,biliyor sananların da "aslı"nı öğrenebileceği...


Bu şarkıya gelince,buruk bir şarkıdır benim için,herkeste yeri ayrıdır,sözler alır götürür;
Gün ettik derken günleri/Bir baktım geçmiş yıllar
Teoman'ın
Vakit bir türlü geçmezken/Yıllar hayatlar geçiyor sözlerini de anımsatır,
Sezen Aksu'nun
Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler sözlerini de...
Hatta Green Day'in
It's something unpredictable/But in the end it's right/I hope you had the time of your life
dizelerine bile götürebilir,klasiktir!

Şarkılar da insanlar gibi birbirlerine benzer, birbirlerini hatırlatır, böylece daha çok sevilirler; hatırlanan kişilere benzetilenlerin daha çok sevilmesi gibi...





26 Mart 2011 Cumartesi

Altını Çizdiklerim 11


" 'Mutluydum,' dedi Ammu ve gerçekten de öyle olduğunu fark etti.
'Düşünde mutlu olursan,Ammu,' dedi Estha, 'bu sayılır mı?'
'Ne sayılır mı ?'
'Mutluluk; sayılır mı?"
Ammu, kabarık buklesi bozulmuş oğlunun ne demek istediğini biliyordu.
Çünkü gerçek şu ki, ancak sayılan şey sayılır.
Çocukların basit, doğru bildiğinden şaşmayan bilgelikleri."
//Küçük Şeylerin Tanrısı-Arundhati Roy


12 Mart 2011 Cumartesi

Altını Çizdiklerim 10


"Öyle olaylar vardır ki, çok uzun süre beklendiklerinden, bir gün gelip gerçekleştiklerinde insanda artık hiçbir gerçeklik izlenimi uyandırmazlar," diye sürdürdü sözlerini Goytisolo." //Yolda-Buket Uzuner

Şiir arası

Bloglara erişimin "güç" olduğu şu dönemlerde, wordpressçi arkadaşlara selam eder, yine de devam derim ve hatırlatmak istediğim bir şiirle devam ederim:

MUTLU AŞK YOK Kİ DÜNYADA

Aslında hiçbir şey kar değil insana
Ne gücü ne zayıf yanları ne de yüreği 
Gölgesi bir haç gölgesidir kollarını açsa 
Ve kırar göğsüne bastırırken sevdiği şeyi 
Tuhaf bir ayrılıktır hayatı kapkara               
Mutlu aşk yok ki dünyada 

Hani giydirilmiş erler bir başka yazgıya 
İşte o silahsız askerlere benzer hayatı 
Sabahları o yazgı için uyanmış olsalar da 
Tükenmiştirler ve kararsızdırlar akşamları 
Söyle yavrum şu sözleri ve sakın ağlama               
Mutlu aşk yok ki dünyada  

Güzel aşkım tatlı aşkım çıbanım derdim 
Yaralı bir kuş gibi taşırım seni şuramda 
Ve görmeden bakanlar şu halimize bizim 
Süzdüğüm sözleri söylerler benden sonra 
Ve her şey der demez ölür iri gözlerin uğruna               
Mutlu aşk yok ki dünyada  

Yaşamayı öğrenmek bizimçin geçti çoktan 
Ağlasın gece içinde kalplerimiz yan yana 
En küçük şarkıyı mutsuzluktur kurtaran 
Her ürperiş borçlu baştan bir hayıflanmaya 
Ve her kitar havası beslenir hıçkırıkla               
Mutlu aşk yok ki dünyada  

Acılara batmamış bir aşk söyle bana 
Yıkmamış kıymamış olsun bir aşk söyle 
Bir aşk söyle sarartıp soldurmamış ama 
İnan ki senden artık değil yurt sevgisi de 
Bir aşk yok ki paydos demiş gözyaşlarına               
Mutlu aşk yok ki dünyada               
Ama şu aşk ikimizin öyle de olsa      
    Louis Aragon

Not:Çeviri Cemal Süreya çevirisidir.
    Ahmet Necdet ve Gertrude Durusoy çevirisi de vardır.

24 Şubat 2011 Perşembe

Kendine Sesleniş


Her şeyi olan, ancak kendisini karşısındakine anlatamayan bir adam. Omuzlarına yüklenen sorumluluklar, doğuştan elde ettiği bir unvan ve kendi çizdiği yolda olamayacak geleceği, bu adamı her geçen gün daha da karamsar yapmaktadır.İngiltere kralı 6.George'un gerçek yaşamını konu alan King's Speech, Colin Firth'in bedeninde canlanan kekeme prensin, kral olmadan önceki hezeyanlarını ve kekemeliğini sıradışı terapisti yardımıyla nasıl yendiğini konu alıyor.
İnsana yüklenen sorumlulukların, kişinin iradesi dışında gelişen ve dur diyemediği durumlarda, nasıl çekilmez olduğunu anlatıyor King's Speech. Yalnızca prensin kekemeliğini yenişini değil, kendisine olan güvenini dolayısıyla da halkının ona olan güveni geri kazanışını izliyoruz.Bu sırada Bertie'deki
kekemeliğin bizim hangi sorunumuza karşılık geldiğini düşünüyoruz. O bunu yenmeye çalışırken, etrafındakilerin ona olan tutumunu, kekemeliğiyle hep dalga geçen ağabeyinin acımasızlığını, normalde yüzüne bakmayacak insanların sadece unvanına olan saygılarını görüyoruz. Yine kendimize dönüyoruz ve kendi içimizdekileri hallederken kimler bizim yanımızdaydı kimler sadece "kuru gürültü" yapmaktan öteye geçemedi, kimlere güvenebileceğimizi düşünüyoruz.
Prens Bertie'nin en büyük destekçisi, terapisti Logue'un da filmi King's Speech. Amatör tiyatrolarda yer almış, hala yer almak isteyen ancak istenen rollerin hakkını veremeyen, edebiyat düşkünü ve kendini çocuklarına yaptığı küçük skeçlerle avutan, bir kral rolünü bile canlandıramazken gerçek bir kralla dostluk kuran bu adama hayat veren Geoffrey Rush,en az Colin Firth kadar başarılı. Yine kralın her zaman yanında olan karısını canlandıran Helena Bonham Carter, alışık olmadığımız bir rolle kendisini sevdiriyor.
Her karesiyle sakin bir seyre olanak veren King's Speech, kahramanlarıyla empati kurabileceğimiz, aradaki onca yıla ve kültür farkına rağmen, insanın kendini yine insanda bulacağına dair güzel bir film.

19 Şubat 2011 Cumartesi

Altını Çizdiklerim 9


" 'Eğitim düzenini değiştirmek elinde olsaydı, ne yapardın? ' diye sordu Nicholsan merakla. 'Hiç düşündün mü?'
'Valla...Ne yapacağımdan pek emin değilim' dedi Teddy. 'Ama eminim, okullarda ilk öğrettikleri şeyleri öğretmekle başlamazdım işe herhalde.' Kollarını kavuşturdu ve kısaca düşündü. 'Sanırım, tüm çocukları toplar, onlara meditasyon yapmayı gösterirdim.Onlara kim olduklarını nasıl keşfedeceklerini göstermeye çalışırdım; adlarını ya da buna benzer şeyleri değil yani... Sanırım, bundan da önce, anne babalarının ve herkesin onlara söylediklerinden arındırırdım onları. Yani, anne babaları onlara sadece bir filin kocaman olduğunu bile söylemiş olsa, o fikirden bile arındırırdım onları. Bir fil ancak yakınındaki bir şeye göre kocaman olabilir.' Teddy bir an düşündü. 'Bir filin hortumu olduğunu bile söylemezdim onlara. Bir fil gösterirdim onlara eğer mümkünse, ama bırakırdım yanaşıp file baksınlar, filin onlar hakkında bileceğinden fazlasını bilmeden. Otlar için de, başka şeyler için de aynı. Otların yeşil olduğunu bile söylemezdim onlara. Renkler adlardır yalnızca. Yani, onlara otların yeşil olduğunu söylerseniz, otları, aynı derecede iyi, hatta daha iyi bir başka açıdan görecekleri yerde, belirli bir açıdan-sizin açınızdan- görürler...Bilmiyorum.' " // Dokuz Öykü-Teddy- J.D.Salinger

8 Şubat 2011 Salı

Altını Çizdiklerim 8


" -Evet ama, gerçek aşk ne demektir? diye sordu.
Kadın besbelli bu konuşmaya bir son vermek için:
-Aşkın ne olduğunu herkes bilir; diye kestirdi attı.
-Ama ben bilmiyorum.Sizin ne kast ettiğinizi anlamak isterdim.
-Bu, gayet basit...
Kadın durakladı, bir an düşündükten sonra:
-Aşk; bir kadına yahut erkeğe diğerleri arasında yapılan kesin tercihtir, dedi.
Kır saçlı adam güldü. " //Kröyçer Sonat-Tolstoy

30 Ocak 2011 Pazar

Saygı Sevgiye Karşı

Saygıyı sevgiden çok isteyince hatalı mı olunur? İkisi birleşince adı aşk mı olur, yoksa aşk saygıyı bir süreliğine -sevgiye dönüşünceye kadar- ortadan mı kaldırır? Ya da saygının var olduğu aşklar baki kalırken, onu öldürenlerin sonu hüsran mıdır?Peki ya arkadaşlıklar,onlarda da saygı mı daha önce gelir sevgi mi?Bunlar ve "çok daha fazlasını" yazmaya çalışırken, içinden çıkılmaz bir duruma girdim,tabi kim bunları keskin çizgilerle ayırmış ki ben ayırayım dedim, çelişkilerim paradoks oldu, aklıma filmler,kitaplar geldi; Closer,Cabaret,Sweet November,Quando una Donna non Dorme,Pretty Woman,Eylül,Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği,Cat Power şarkıları...Sonunda dedim ki tüm bunlardan vazgeçip, çelişkiler kaybolacakmış gibi gözükene kadar eski bir şarkıyı dinleyeyim:


22 Ocak 2011 Cumartesi

Üçüncü bir rengimiz var mı?


Hangi rengimiz daha baskın,siyah mı beyaz mı? Masumiyeti simgelediğini sandığımız beyaz renk aslında bastırılmış duyguların,benliğimizi özgür bırakamamanın bir timsali mi? Siyah tarafımız olduğu gibi gözüktüğü için daha dürüst mü,daha güvenilir mi? Delilik hangi renge daha yakın, yoksa üçüncü bir rengimiz daha mı var?
Tüm bunların hatta daha fazlasının cevabı "Black Swan" (Siyah Kuğu) filminde
gizli, arayanlar için.Bunların yanı sıra, zaten herkesin sevdiği bir Natalie Portman var ki, Natalie Portman değil artık orda "swan queen" (kuğu kraliçesi),siyah,beyaz ve göremediğimiz onlarca renk...
Fiziksel acıyla,ruhsal acıyı beraber veren ve hangisi daha kötü diye sorduğumuzda kafamızı karıştıran, bir iç hesaplaşma filmi "Black Swan". Ne tarafta olursak olalım,bir yanın öbürünü er ya da geç bulacağı, fark edemediğimiz, göremediğimiz her şeyin bizi bir gün kovalayacağı gerçeği, film boyunca yüzümüze yüzümüze vuruluyor.
İnsanın hallerini anlatabilmek için tüm metaforları kullanıyor yönetmen.
Aldığınız tek soluğu ancak filmin sonunda bırakabi-liyorsunuz.Tüm klişeleri sineye çekip izlemek lazım filmi. Keza "Kuğu Gölü" balesi, çıkar çatışmaları, anne-kız
ilişkileri,hırs,pişmanlık her şey var "Black Swan"da.
Darren Aronofsky, bu filminde de bizi fazlasıyla geriyor ama değiyor!


7 Ocak 2011 Cuma

İçinde Gizli

Hep kar tanesi olmayı düşleyen
Yağmur damlası gibi,
Bekliyor, bekliyorum
Ama o gün gelince
Soğuğa dayanabilecek miyim
Bilmiyorum...

13.04.08